Mehmet Akif Ersoy Kimdir?
Mehmet Akif Ersoy Kimdir?

Mehmet Akif Ersoy Kimdir?

Mehmet Akif Ersoy Kimdir? Mehmet Âkif Ersoy (20 Aralık 1873 – 27 Aralık 1936) Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) ulusal marşı olan İstiklâl Marşı’nın yazarıdır. “Vatan Şairi” ve “Millî Şair” unvanları ile anılır. İstiklâl Marşı’nın yanı sıra Çanakkale Destanı, Bülbül ve 1911-1933 yılları arasında yayımladığı yedi şiir kitabındaki şiirleri bir araya getiren Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebilü’r-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM’de yer almıştır. [1]

Doğumu, Çocukluğu ve Öğrenim Hayatı

İstanbul Fatih’te Sarıgüzel’de doğdu. Babası, küçük yaşta tahsil için Arnavutluk’un İpek kazası Şuşisa köyünden İstanbul’a gelmiş, “temiz” mânasına gelen adının önüne temizlik ve titizliği dolayısıyla ayrıca “Temiz” sıfatı eklenerek anılan, Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi, annesi aslen Buharalı olup Tokat’a yerleşmiş bir aileden Emine Şerîfe Hanım’dır. Emîr Buhârî mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Âkif burada iki yıl okuduktan sonra Fâtih Muvakkithânesi’nin yanındaki ibtidâî mektebine yazıldı (1879). Safahat’ta, “Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim” diyerek tanıttığı babası o yıl kendisine Arapça öğretmeye başlamıştı. Aynı zamanda Mühürdar Emin Paşa’nın oğulları İbnülemin Mahmud Kemal ve Ahmed Tevfik’in özel hocaları olan Tâhir Efendi derslerini yazın Emin Paşa’nın Yakacık’taki köşkünde sürdürmekteydi. Ailece köşkün bir dairesinde kaldıklarından Âkif de bir taraftan bu derslere katılmakta, diğer taraftan iki kardeşle arkadaşlık yapmakta ve kardeşlerin büyüğü Mahmud Kemal ile birlikte manzumeler yazmaya çalışmaktaydı.

Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nden mezun olan Mehmed Âkif (1885) Mülkiye Mektebi’nin idâdî kısmına yazıldı. Edebiyat hocalığını Muallim Nâci’nin yaptığı bu okulun üç yıllık ilk dönemini tamamlayıp yüksek kısmının birinci sınıfında okurken babasının vefatı üzerine (1888) daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata atılmak için o sırada yeni açılmış olan Mülkiye Baytar Mektebi’ne girdi (1889). Aynı yıl çıkan büyük Fatih yangınında evleri yanmasına rağmen Mehmed Âkif bu sıkıntılar arasında okulunu birincilikle bitirdi (1893). Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini arttırdı. [2]

Memurluk Yılları

Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda (Orman ve Vaadin ve Ziraat Nezareti) memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893–1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu.

Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası’na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire Veznedarı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi.

Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de, Servet-i Fünûn dergisinde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebinde (1906) kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist Mektebinde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı. [3]

Edebi ve Fikri Altyapısı

Akif’in fikir dünyasının beslendiği kaynaklar incelendiğinde, ortaya çok geniş bir saha çıkmaktadır. Bir taraftan doğu kültürü ve edebiyatı, öte yandan batı edebiyatı ve eserleri… Aslında Tahir Efendi, zamanında gereken alt yapıyı hazırlayarak, oğlunun bu iki kaynatan da faydalanabilmesi için gereken özeni göstermiş; onu medrese yerine, mektebe yollamış ve klasik medrese eğitimini ona kendisi vererek, terbiyesiyle kendisi ilgilenmiştir.

Akif, batı kaynaklarına nüfuz edebilmek için Fransızcayı, doğu kaynaklarından faydalanabilmek için de Arapça ve Farsçayı öğrenecektir. Mehmet Akif, diğer taraftan da sosyal ha yattan kopmadan entelektüel olarak tanımlanabilecek bir çevreye Şehzadebaşındaki çayhaneye gitmektedir.

O dönemlere şahit olması muhtemel olan Orhan Seyfi anlatıyor:
“Akif bu devirlerde Şehzadebaşında meşhur Hacı’nın çayhanesine devam etmektedir. Burası alelade bir çayhane değildir, bir nevi edebi ve siyasi mahfeldir. Bizzat çaycı Hacı nev-i şahsına mahsus bir adam. İstemediği adamı kapıdan dışarı attırıyor. O zamanki gizli İttihad teşkilatının bu Hacı ile alakası var. İttihad ve terakkinin meşhur Kara Kema l’i bu çayhanenin demirbaş müşterilerindendir. İlimle, şiirle uğraşanlar da burada eksik değil. Burada Abdülhamit aleyhinde atılıp tutuluyordu. Burada Namık Kemal’in, Ziya Paşanın, Hamid’in şiirleri okunuyordu. Burada nükteler fırlatılıyor, fıkralar, hikâyeler anlatılıyordu. Akif’in eserlerinde sık sık tesadüf edilen fıkraların bir kaynağı da bu çayhanedir.”
Akif’in, klasik Arapça eğitimini babasından aldığına değinmiştik. Akif, Rüştiye’ye devam ettiği yıllarda, Halis Efendi Hoca’dan Arapça okuyordu. Baytar mektebine devam ederken ve mezuniyetinde Akif, Arapçadan kopmayarak kendini bu alanda geliştirmeye devam etmiştir.

Sözen, Akif’in o yılları hakkında şunları anlatmaktadır: “Mumaileyh bir taraftan da Tabhane Medresesi’nde İskeçeli Hafız İsa Efendi’nin odasına devam ederken, hıfz -ı Kur’an’a ve Ulum-i Arabiyyeye tederrüsüne çalışırdı. Hıfzı bir senede ikmal etti. Ulum -i Arabiyyede de tekmil-i nüsah ederek icazet aldığını işittim.”

Akif’in Rüştiye yıllarında Fatih Başimamı Arab Hoca’dan hafızlığa çalıştığını biliyoruz. Ancak Akif’in bu hıfz ikmalini, Baytar Mektebinden mezun olduktan sonraki döneme rastladığını yine kendisinden öğreniyoruz:
“Tahsil-i âliyi bitirdikten sonra hafız oldum. Fakat ondan evvel Kur’an’ı okuya okuya gayet pişkin bir hale getirdiğim için zaten hıfz ile aramda uzun bir mesafe yoktu. Az bir müddet içinde Kur’an’ı ezberleyiverdim.”

Mısır’da Kur’an mealini yazmakla geçirdiği zamanlarda Akif, Kur’an’la daha çok hemhal olarak artık demir hafız olmuş ve hatim ile teravih kıldıracak bir seviyeye gelmiştir. Babasından Sarf ve Nahiv’i iyice öğrenen Akif, hafızlığıyla birlikte artık şerhli edebi eserleri az bir yardımla veya herhangi bir yardım almadan okuyabilecek seviyeye gelmiştir.

Faydalanabileceği kişileri bulduğunda birçok sıkıntıyı da göze alarak, onlardan Arapça okumaya çalışmıştır. Hicri Hoca Efendi ile Akif arasında geçen şu olay Akif’in ilim uğruna katlandıklarını ortaya koymak açısından mühimdir:

“Enis Bey bir aralık sırasını getirerek, “Efendimiz Akif sizden okumak istiyor ne buyurursunuz?” dedi.
— Benden okumak için birçok külfete katlanmak lazım. Evvela sabit bir yerim yok. Şimdi buradayım ama akşama nereye konacağımı ben de bilmiyorum. Saniyen ihtiyarlamışım; Kitaplarla çokluk uğraşamıyorum.

— Efendim, kitaba lüzum var mı? Siz başlı başına bir külliyat-ı ulumsunuz! Hiç olmazsa haftada bir gün için bir mahal tahsis buyurun. Bendeniz oraya gelirim. Alacağım ders, musahabenize münhasır kalsa yine kafi.
— O halde pek ala. Üsküdar’ın yukarı taraflarında Harmanlık derler bir meydan vardır. O meydanın ortasındaki kahveye Cuma günleri gelir. Beni bulursun.”
Hicri Hoca sürekli olarak yer değiştirdiğinden Akif birkaç ay süren bu takipten yorulacak ve “O günden sonra Hicri’den okuyamadım. Çünkü bu sefer beni bilmem hangi paşanın yalısına davet ediyordu.” diyecekti.

Akif Arapça tedrisinin peşini bırakmadığını “Daha sonraları Naim ve Şevket beylerle senelerce okuduk: Mütekaabilen birbirimizden istifade ediyorduk. Fakat içlerinde en zayıfı ben idim. Halis Efendi Hoca’dan da Fatih Cami i’nde “Muallakaat” gibi bazı eserler okuduk. Hersekli Ali Fehmi Efendi’den allame İmam Müberrid’in “Kitabu’l Kamil”ini okudum bitirdim.”
Akif’in Farsça eğitimine gelince, O, Fatih Merkez Rüştiyesine devam ederken Sa‘di’nin Gülistan adlı eseriyle bu işe başlamıştır. Ayrıca yaşça Akif’ten biraz büyük olan İbn’ul Emin’in amcakızı Hatice Cemile de on -on iki yaşlarındaki Akif’e Gülistan okutmuştur.

Rüştiye’nin Farsça’sı ile yetinmeyen Akif, Fatih Camisinde ikindiden sonraları Esad Dede’den Hafız Divanı, Gülistan ve Mesnevi gibi eserleri okuyordu. Akif’ Batı Edebiyatı ile diyalogunu sağlayacak olan Fransızcayı Rüştiye’de ders olarak görmeye başlamış ve daha sonra kendi gayretleri sonucunda Fransızcasını ilerletmiştir. Akif’in Fransızca çalışmasına, Ispartalı Hakkı’nın vesile olduğunu Mithad Cemal’den öğreniyoruz. Akif, Muallim Naci tarzı gazeller yazıp Ispartalı’ya okuyunca O, bunları beğenmeyerek, öncelikli olarak bir yabancı dil öğrenmesini ve daha sonra dilediğini yapmasını ona sert bir dille söyler ve ilkin buna kızan Akif, daha sonra 7 sene çalışarak en zor Fransız yazarlarını okuyabilecek seviyeye gelir.

Milli mücadele yıllarında Tan gazetesinin Fransızcasından, Kuvayı Milliye ile ilgili bir bölümü Akif’in yanında tercüme etmeye çalışanların, bu konuda güçlük çektiklerini gören Akif, gazeteyi alarak Fransızcasını hiç söylemeden Türkçe’ye çevirebilecektir.

Bu da onun Fransızcadaki kudretini göstermesi açısından önemlidir. Akif, dil ile olan irtibatını hiçbir zaman kesmez, Sabri Sözen, Akif ile gerek okul yıllarında ve gerekse okul sonrası yıllarda bir araya gelerek Lonlu Fransız (Kamil)’dan Fransızca öğrendiğini aktarır. Ayrıca Mithad Cemal, Akif ile birlikte, Sefiller, Hernani, Ruy Blas, Jack, Sapho, Lourdes, Rome ve Paris’i Fransızcalarından okumuşlardır.

Lamartin ise Akif’in dünyasında ayrı bir yer tutmaktadır: ”Sad -i Şirazi hakkında ne hürmet beslesem, İbni Farız’a ruhumda ne büyük bir incizap duyarsam, Feyz -i Hindi’ye nasıl hayran olursam, Fuzuli’yi ne kadar seversem Lamartin’i de o kadar severim.”

Akif’in batı edebiyatıyla bu kadar hemhal olması sadece sözde kalmayacak ve bu beğeni onun eserlerinde bir şekilde neşvünema bularak yerini alacaktır. Örneğin, Akif çok beğendiği Daudet’ynin, Jack adlı romanına Safahat’ında yer verecektir.
Sa’di, Akif’in hayatında çok özel bir yer tutar. Acem’in en büyük şairi olarak gördüğü Sa’di’ye beğenisini Akif şu sözlerle ifade edecektir:
“Zannederim ki okuduğum Şark ve Garp muhalledatı içinde Sa’di’nin eserleri kadar üzerimde hiç biri müessir olmamıştır.”
“Sa’di’nin küçük hikâyeleri beni saatlerce düşündürür… demek ki büyük hikmetler söylemek için uzun vakalar yazmaya lüzum yok.”
O’nun Sa’di sevgisinin gerekçesine de şu sözleri cevap niteliğindedir:
“Firdevsi… onun 60.000 beyitli kitabı Bostan’ın sekiz beyitli hikayesi kadar
insanlığa hizmet etmemiştir.”

İşte bu üç dilin birikiminden gereğince faydalanmasını bilen Akif, hem şark hem de garp edebiyatına ve kültürüne nüfuz edecek ve kendi öz gün eserlerini ortaya koyarken bu birikimlerden faydalanacaktır.
Akif, fikri açıdan farklı düşünceye sahip olan, Serveti Fünun Camiasından da, Nedim’in şiirlerini, Cenap Şabettin’in yazılarını beğeniyor; A. Nadir’in “Vasiyet”ine hayran oluyor, Faik Ali’nin “Bir Münacaat”ını ise çok güzel buluyordu. [4]

Eserleri

Eserleri. A) Manzum Eserleri. Mehmed Âkif’in sağlığında yedi ayrı kitap halinde bazıları birkaç defa basılan, ölümünden sonra tek cilt olarak yayımlanan ve tamamı aruzla yazılmış 11.240 mısralık 108 manzumeden ibaret külliyatının genel adı Safahat’tır. Birinci kitabın dışında diğerlerinin ayrıca birer adı da bulunmaktadır.

1. Safahat: Birinci Kitap (İstanbul 1329). Bazıları İslâm tarihinden alınmış vak‘alar üzerine kurulmuş, çoğu sosyal dertleri konu edinen kırk dört şiirden oluşur. Bunlardan “Tevhid yahut Feryad”, “Ezanlar”, “Cânan Yurdu”, “İstiğrak”, “Hasbihal” mistik ve felsefî konularda yazılmış lirik şiirlerdir.

2. Safahat: İkinci Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul 1330). Âkif’in İslâm dünyası, müslümanlar ve İslâm ideali konusundaki fikirlerini yansıtan 1002 mısralık tek bir manzumedir.

3. Safahat: Üçüncü Kitap: Hakkın Sesleri (İstanbul 1331). Balkan savaşlarındaki mağlûbiyetler sebebiyle çekilen ıstırapların dile getirildiği on şiirden oluşur. Bu şiirlerin sekizi bazı âyetlere, biri bir hadise dayanılarak yazılmıştır. Sonuncusu “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” başlığını taşıyan on mısralık bir şiirdir.

4. Safahat: Dördüncü Kitap: Fatih Kürsüsünde (İstanbul 1332). 1692 mısralık tek bir manzumedir. İslâm’da çalışmanın ve terakkinin önemiyle kader-irade meselesi üzerinde durulan şiirin ilk yarısında İslâm dünyasının perişanlığı tembelliğine, kurtuluşu da çalışmasına bağlanmaktadır.

5. Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar (İstanbul 1335). On şiirden meydana gelen kitaptaki ilk yedi şiirin dördü âyetlerin, ikisi hadislerin açıklaması olup bunlar arasında yer alan “Uyan” başlıklı manzume bütün müslümanları ikaz eden bir sesleniştir. Sondaki üç uzun manzume ise şairin Mısır, Berlin ve Medine seyahatlerinin intibalarından yola çıkarak İslâm dünyasının dertlerini dile getirdiği fikrî ve lirik şiirlerdir. Bunlardan “Necid Çöllerinden Medine’ye” adlı şiir için Cenab Şahabeddin, “Bir hadisedir, bundan sonra Âkif’e erişilemez” demiş, Süleyman Nazif de bildiği Şark ve Garp lisanlarında bu kadar güzel, pürüzsüz ve kusursuz şiir okumadığını, bunu yazmak için Âkif kadar şair olmanın yetmeyeceğini, onun kadar da dindar olunması gerektiğini, hiçbir sanatkârın bu şiirin benzerini yazamayacağını ifade etmiştir.

6. Safahat: Altıncı Kitap: Âsım (İstanbul 1342). 2292 mısralık tek bir manzumeden meydana gelir. Memleketin içtimaî ve ahlâkî dertleri hakkındaki bu manzumenin tamamına yakın bölümü, Mehmed Âkif’in eserlerinde canlandırdığı en önemli tip olan ve müslüman halkın iman ve irfanını temsil eden muhafazakâr ve tenkitçi Köse İmam ile yenilikçi ve müsamahalı Hocazâde (Mehmed Âkif), hakperest ve heyecanlı bir genç olan Âsım (Köse İmam’ın oğlu) arasında geçen konuşmalardır. Şairin “Çanakkale Şehidlerine” adıyla bilinen ünlü şiiri de diyalogun bir parçasıdır.

7. Safahat: Yedinci Kitap: Gölgeler (Mısır 1352/1933). Mehmed Âkif’in eski harflerle Kahire’de bastırdığı, bir kısmı daha önce yazılmış kırk bir şiirinden meydana gelen son kitabıdır. Buradaki bazı şiirler, gerçekleşmeyen bir idealin verdiği üzüntü ile vatandan uzak ve işgal edilmiş bir İslâm diyarında yalnızlık hâlet-i rûhiyesinin doğurduğu kırgınlıktan kaynaklanan tevekkül ve teslimiyetin mistik duygularıyla kaleme alınmıştır. Kitaptaki son şiir olan 208 mısralık “Sanatkâr” adlı manzume, Âkif’in bütün Safahat’ı boyunca göstermediği şahsiyetinin en mühim tarafı olan sanatkâr ruhunu ortaya koyar ve hayal kırıklıklarını, acılar içinde geçen ömrünü, İslâm dünyasının yürek yakan halini içli bir dille mısralara döker. Safahat’ı teşkil eden yedi kitap, Mehmed Âkif’in sağlığında onun tashihinden geçerek sonuncusu hariç birkaç defa eski harflerle basılmıştır (geniş bilgi için bk. TDEA, VII, 406). Eserin tamamını ilk defa yeni harflerle Ömer Rıza Doğrul, devrin siyasetine uygun düşmeyeceği mülâhazasıyla yapılan birkaç çıkarma ile neşretmiştir (İstanbul 1943). Bu haliyle 1973 yılına kadar yedi defa basılan Safahat yedinci baskısından itibaren M. Ertuğrul Düzdağ tarafından tamamıyla gözden geçirilip tashih edilerek yayımlanmıştır. Safahat, eski ve yeni harflerle bir şiir kitabı olarak Türkiye’de en çok basılan eser olduğu gibi birçok dinî halk kitabının ulaştığı baskı sayısını da aşmıştır[5]

Kaynakça

[1] Wikipedia
[2] İslam Ansiklopedisi
[3] Wikipedia
[4] Hasan Kaya Yüksek Lisans Tezi
[5] İslam Ansiklopedisi

Mehmet Akif Ersoy’un Tüm Şiirleri

Safahat

Süleymaniye Kürsüsünde

Hakkın Sesleri

Fatih Kürsüsünde

Hatıralar

Âsım

Gölgeler

Diğer Şiirleri

SORU SOR - CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz