Süleyman Nazif Nükteleri
Süleyman Nazif’in, hazırcevaplığı ile bütünleşen bazı nükte ve fıkraları, -İbrahim Alaâeddin (Gövsa)’dan da naklen şöyledir:
“ Resimli Gazete’de birlikte yazı yazardık. Haftalık derginin sahibi olan Sedat Simavi Bey, gazetede fazla resim bulunmasına meraklı idi ve hattâ üstada bile yazılarını kısa kesmesini rica ederdi. Buna kızan Süleyman Nazif, gazete için daima şöyle söylerdi:
– Resimli gazete değil; gazeteli resim!”
*
“ Nazif merhum, söz verdikleri yere saatinde gelmeyenlere kızar ve darılırdı. Muharrir arkadaşlarından biri ise, verdiği sözü hiç tutmamakla meşhur imiş. Bir gün, bu dostunun verdiği bir randevuya vaktinden önce gelmesi üzerine, buna çok şaşıran Süleyman Nazif Bey, o sırada yanında bulunan Abdülhak Hâmid’e dönerek:
– Vallahi, şu insanlara bir türlü güvenilmiyor Hâmid Bey.. Bakınız, bu arkadaşmız söz verdiği halde gelmiş! nükteli cevabını vermiş.”
*
“ Şair Halil Nihad Bey, kendine zarif bir ev yaptırır. Bunu gören Nazif, kendisine:
“Azizim Halil Nihad Bey, işte senin en güzel beytin!” nükte yüklü tevriyeli yakıştırmasını yapar.
” (Not: Arapça bir isim olan ve şiirde, “ayni vezinde iki mısra” demek olan “Beyit”; ayni zamanda “mesken, ev” anlamındadır.)
*
“ ‘Nâ-bedîd’ (Görünmez) takma adı ile şiirler yazan Cemâl Bey, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihad ve Terakkî Partisi iktidarı sırasında bir gün Süleyman Nazif’e rastlar. Sohbet sırasında:
– Babama, tarih söylediniz mi? diye sordum. Cevaben bana dedi ki:
– Birkaç tarih söyledim, amma sonra bundan vazgeçtim. Çünki, yeni bir han yapılmıştı. Tarihini söyledim; bir hafta sonra, han yıkıldı. Bir çeşmenin yapılışına, ‘bu çeşmeye bir tarih düşür.’ dediler. Söyledim, çeşme susuz kaldı. En sonra, birisi geldi. Bir sakal tarihi, istedi. Bunu da söyledim. Bir müddet sonra, sakala saçkıran düşmüş! Ben de artık bir daha tarih düşürmemeye, söylememeye karar verdim.. dedi. İttihad’çılardan hayli yaka silken, yakınan, şikayetçi olan Nazif merhum bunun üzerine:
– Hey Cemal, der. Keşke, merhum baban sağ olsaydı ve şu İttihadçılar için de bir tarih düşürseydi! nüktesini yetiştirir.”
*
“ Boğaziçi Mehtapları, Çamlıca’daki Eniştemiz, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri, Yahya Kemâl’e Veda.. gibi eserlerin sahibi olan, Cumhuriyet öncesi ve sonrasında temiz ve güzel Türkçe’nin önde gelen yazarlarından Abdülhak Şinasi (Hisar) Bey, kalemindeki titizliği hayatında da aynen göstermiş bir kimsedir.
Tam anlamıyla, ‘temizlik hastalığına tutulmuş’ bir mizaca sahiptir. Nitekim, birisinin elini sıkınca, derhal kolonya şişesini çıkarıp ellerini silerek havaya tutar ve öyle kurutur.
Birgün Nazif’le, lokantaya yemeğe giderler. Abdülhak Şinasi Bey, her zamanki titizliği ile kolonyalı pamukla yemek tabaklarını, çatal ve kaşığını iyice siler. Ekmeklerin de ateşte kızartılmasını ister. Daha sonra da, kızaran ekmekleri gider ızgaranın üzerinden kendisi alır, getirir. İçki kadehlerini de, tek tek rakı ile yıkayarak temizler. Nihayet sıra su istemeye gelince, artık Süleyman Nazif dayanamayarak garsona, şu nükteli sözü söyler:
– Aman evlâdım! Beyefendi’nin içeceği suyu iyice yıka, öyle getir!”
*
“ Kibarlığı ile bilinen Abdülhak Şinasi Bey, bir gün kendi kardeşine ‘Siz’ diye hitap edince, Süleyman Nazif dayanamayarak:
– Doğrusu bu hitabınıza çok şaştım, beyefendi.. der ve ekler:
– Siz, Fransa’daki ‘Sen’ nehrine de ’Siz’ mi diyorsunuz?”
*
“ Süleyman Nazif, İngilizler tarafından gönderildiği Malta adasındaki sürgün günlerinde, yanında bulunanlardan birisi de Enver Paşa’nın babası Hacı Ahmet Paşa’dır.
Birgün sohbet arasında Ahmet Paşa:
– Vallahi beyler, bugüne kadar harama hiç el sürmedim ve çapkınlık etmedim. Helâlinden bir hanım aldım ve helâlinden evlenerek, çoluk çocuk sahibi oldum. deyince, Paşa’nın oğlu Enver Paşa’ya hayli kızgın olan Nazif, dayanamayarak:
– Ah Paşa’m, ah.. Keşke, helâle de el atmasaydınız ve şu Enver meydana çıkmasaydı!.. hazır-cevabını verir.”
*
“ Gene birgün, Hacı Ahmet Paşa’ya:
– Paşa’m, İstanbul’da doğan oğlun Enver Paşa, koca Osmanlı İmparatorluğu’nu batırdı. Gel, seni şu Malta’da evlendirelim. Belki burada doğacak oğlun da, şu İngiliz İmparatorluğu’nu batırır! demekten kendini alamaz.”
*
“ Çok kızdığı İttihadçılar’dan Halil Menteş Bey için de:
– Halil Bey, yüz yirmi kiloluk bir sıfırdır!..
nükteli hükmünü vermiş ve bu söz, çeşitli siyaset ve edebiyat meclislerinde günlerce dilden dile dolaşmıştı.”
*
“ I. Dünya Savaşı sırasında, birçokları gibi Nazif Bey de geçim sıkıntısına düşer ve kömür ticaretine başlar. O arada bir dostu, kendisine sitemli şekilde:
– Üstadım, sen yıllarca devletin üst makamlarında vazifeler gördün, valilikler yaptın. Bunun yanı sıra, memleketin önde gelen ediplerinden de birisin. Böyle basit işlerle uğraşmak sana yakışıyor mu? der. Bunun üzerine O’nun, nükte yüklü cevabı şu olur:
– Azizim, bu harpten hiçbirimizin yüz akıyla çıkacağımızı zannetmiyorum. Hiç olmazsa benim yüzümün karası, kömür karası olsun, istiyorum!”
*
“ Dönemin önde gelen fikir adamlarından ve gazetecilerinden merhum Celâl Nuri Bey’in çıkardığı İleri gazetesinde Süleyman Nazif de, ateşli yazılarını neşrediyordu.
Birgün bu gazeteden çıkarken, Florinalı Nazım Bey, bu gazetede kendi yazılarını da yayınlanması için yardımcı olmasını kendisinden ister. O da, Nazım Bey’i kırmamak için bu teklifini kabul eder. Birkaç gün sonra da, hem kendisinin ve hem de kalemini kullanma konusunda hayli acemi olan Florinalı Nazım’ın yazısını gazeteye bırakır. Ertesi gün bir de bakar ki, Nazif’in usta işi mükemmel yazısının altında Florinalı Nazım imzası var.
Gazetenin sahibi Celâl Nuri Bey:
– Geçmiş olsun üstad, başınıza bir kaza gelmiş. Yazınız, Florinalı Nazım imzası ile çıkmış. Allah beterinden saklasın.. Daha zorlu bir felâket olabilirdi.. deyince, Nazif:
– Evet haklısınız, Celâl Nuri Bey.. Ya, O’nun yazısı, benim imzam ile çıksaydı! İşte asıl felâket ve beterin beteri o zaman olurdu!..demekten kendini alamaz.”
*
“Bir gün de, sohbet sırasında Avrupa’da bazı ünlü yazarların ölümlerinden sonra evlerinin müze haline getirildiği ve bu evlerin üzerine onların isimlerinin yazıldığı konuşulur. O arada, Florinalı Nazım Bey, Nazif’e:
– Üstadım, ben ölünce kapımın üstüne konulacak levhaya ne yazarlar? sorusunu yöneltince, O da buna:
– Kiralık ev!..nükteli karşılığını verir.”
*
“ Malta sürgünü dönüşünde, Ahmet Haşim’e orada çektikleri sıkıntıları anlatırken, bir ara:
– Birader, bize Malta’da, konservenin ilk icat edildiği zamandan kalma konserveler yedirdiler. deyince, Haşim sorar:
– Üstadım, yoksa konserveler insan etinden miydi? Nazif Bey bu soruya, son derece nükteli şu karşılığı verir:
– Yok efendim.. Hiç insan eti olsa, İngilizler onu başkasına ve bizlere yedirirler mi?
*
“ Nazif Bey, Midhat Cemal’e hediye ettiği bir kitabını okuyup okumadığını sorar. O da, şaka yollu:
– Vedat’a verdim. der. Bunun üzerine Nazif de:
– Ya maşallah, demek ki senin kitaplarını okuyup bitirmiş! nüktesini yetiştirir.”
*
“ Nazif, Abdülhak Hamit’in yanında sık sık gördüğü hahifmeşrep ve suratsız bir kadından hoşlanmazmış. Bir gün üstadına demiş ki:
– Efendim, Fatma Hanım ölünce “Makber”i yazmıştınız. Şu yanınızdaki de ölürse her halde “Mezbele”yi yazarsınız! İğneleyici karşılığını verir.
*
“Süleyman Nazif, Bağdat valisi iken ordu kumandanlığından şöyle bir telgraf alır:
– Yüz bin okka şeker, 500 bin okka un ve 10 bin okka çay temin edip acele gönderiniz… şeklinde, ‘bin’ kelimeleri fazladan yanlış yazılmış bir telgraf alır.
Nazif, telgrafa şu nükteli cevabı gönderir:
– Çin İmparatoru’na çekilmesi icabeden telgraf, yanlışlıkla vilâyetimize gelmiştir. Bu itibarla, mesuliyetimiz mahşere kalmıştır!”
*
“ Nazif’in, ‘İçtihat’ın sahibi Abdullah Cevdet ile arası pek iyi değildir. Birgün birisi O’nun hakkında:
– Abdullah Cevdet, meteliğe kurşun atar.. deyince, dayanamayarak:
– Ne kurşunu.. Abdullah Cevdet, meteliğe kurşun değil, göbek atar.. Göbek!.. hazır cevabını verir.”
*
“ Cağaloğlu yokuşunda bir dostu ile karşılaşan Nazif, kendisine nereye gittiğini sorar. O da İçtihad’ın bulunduğu binanın ikinci katını göstererek:
– Abdullah Cevdet’e çıkıyorum. der. Bu söz üzerine, Nazif kükreyerek:
– Abdullah Cevdet’e çıkılmaz, inilir! nüktesini yetiştirir.”
*
“ Bir keresinde de, Nazif ile Abdullah Cevdet bir yemekte buluşurlar. Cevdet Bey, önündeki tavuğu keserken, bıçak kayar ve tavuğun budu fırlayarak Nazif’in kucağına düşer. Bunu fırsat bilen Nazif, derhal taşı gediğine koyar:
– Be mübârek hayvan..Bu adamın elinden bana değil, Allah’a sığın!”
*
“ Birgün Nazif’e, ‘din iyi midir, fena mıdır?’ şeklinde bir soru sorarlar. O da buna, Abdullah Cevdet’i de hırpalamak amacına yönelik olarak:
– Vallahi, bu herkese göre değişir, ama şayet fena olsaydı, Abdullah Cevdet dinsiz olmazdı! nükteli cevabını verir.”
*
“ Gazeteci dostlarıyla birlikte oturdukları bir sırada, Abdullah Cevdet’in hasta olduğu haberi gelir. Haberi getirene:
– Neymiş hastalığı? diye sorarlar. O da:
– Mesanesinde taş varmış. deyince Nazif, taşı gediğine koyar:
– Desenize, -taş- kalbi oraya düşmüş!”
*
“ Mondros Mütarekesi sonrası İstanbul işgal altındadır. O arada, şairimiz birgün Beyoğlu’na çıkar ve eşya taşıyan nakliye aracına birkaç araba daha takılarak, bunların iki katır tarafından çekilmekte olduğunu görür. O arada, yoldan geçmekte olan bir vatandaş hayretle:
– Bu kadar yükü, iki katır nasıl çekiyor? diye sorar. Bunun üzerine Nazif, -hukuk dışı icraatları dolayısiyle karşı çıktığı İttihat ve Terakkî Partisi’nin üç ünlü paşası Enver, Talât ve Cemal’i
kastederek- şu siyasî sitem yüklü hazırcevabını verir:
– Bunda şaşacak ne var? Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu da üç katır sürüklemedi mi!? ”
*
Birgün Abdullah Cevdet, bir şiiri neşredilirken orada yer alan, ‘vatanın öksüzüyüm’ ifadesindeki ‘öksüzüyüm’ kelimesinin, ‘s’ harfi unutularak, bir mürettip (dizgici) hatası yüzünden ‘öküzüyüm’(!) şeklinde çıkmış olmasından dolayı, Nazif’e dert yanar. Bunu duyan şair, son derece keyifli bir şekilde:
– Abdullah, buna mürettip hatası değil; mürettip sevabı derler! iğneleyici karşılığını verir.”
*
“ Mehmet Akif’le birlikte, Köprü’den geçerlerken, yanlarına yaklaşan bir dilenci:
– Aç kaldım, bir sadaka verin.. yalvarışı ile kendilerinden yardım ister. Nazif, adama:
– Senin okuman yazman var mı? diye sorar. Dilenci:
– Yoktur.. cevabını verince, bu defa Akif’e dönerek:
– Hayret.. Garip şey.. Demek, okuması yazması olmayanlardan da aç kalan varmış! nüktesini dile getirir.”
*
“ Bir edebî sohbet sırasında, Celâl Sâhir (Erozan):
– Ben, dul bir kadının ikinci kocası olmam istemem. deyince, Nazif Bey’in gerçekten ince zekâ ürünü olan şu sorusu ile karşı karşıya kalır:
– Peki Celâl, birinci kocası mı olmak istersin!..”
*
“ Bir dostu İstanbul yollarının bozukluğundan yakınınca, Nazif şu hazırcevabını verir:
– Aman azizim, insaf ediniz.. Her yerde yolsuzluk varken, yollarımız nasıl düzelir?”
*
“ Birgün baba-oğul, İstanbulda birlikte gezintiye çıkarlar. Nazif, oğluna dolaştıkları yerler hakkında bilgiler verir. İstanbul Darülfünunu (Üniversitesi) Tıp Fakültesi’nin önüne geldiklerinde, oğlu; ‘burasının ne binası olduğunu ve buradan ne çıktığını’ sorar. O da bu soruya, sonradan hayli ün kazanmış şu son derece nükteli cevabı verir:
– Oğlum, burasının adı ‘Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’dir. Buradan şair, yazar, bestekâr, hânende, sâzende, ressam ve tabiî, arasıra da hekim çıkar!”
*
“ Nihayet, kendine karşı bile nükteden geri durmayan Süleyman Nazif, bir gün:
– Beni, hemen kuduz hastahanesine kaldırın.. Orada aşı yapsınlar..
Yanındakiler telâş içinde, ‘ne olduğunu’ sorunca, şu nükteyi patlatır:
– Ne olacak; dilimi ısırdım!..
*
“Süleyman Nazif, Meşrutiyet’in ilânında hürriyet kahramanı olarak tanınan Enver Bey’i sever, fakat ayni zâtı İttihâd ve Terakkî’nin paşası olduktan sonra hiç beğenmezdi. Bu hissini şöyle ifade ederdi:
– Allah cezasını versin; Enver Paşa, Enver Bey’i katletti!
Birgün de, Enver Paşa otomobili içinde geçerken, Süleyman Nazif şöyle söylenmişti:
“- Görüyor musunuz; Enver Bey’in kâtili geçiyor!”
Kaynak: DergiPark – Dr. Önder GÖÇGÜN