Orhan Veli Kanık Hikayeleri-Baharın Ettikleri
Bir yazı yazmak istiyordum. Kâğıdı kalemi aldım, taraçaya çıktım. Taraça dediğim, oturduğum otelin en üst katında. Hava da domuzuna güzel. Ilık bir mart güneşi, iliklerine kadar ısınıyor insan. Böyle havalar, kış sonlarında, çok kişileri mesut eder. Saadet nedir? Herkes saadeti tanımış mıdır bu dünyada? Bu meseleler üzerinde uzun uzun konuşmak mümkün. Kim bilir, belki o zaman ben de bu söylediğim sözden vazgeçerim. Ama zaman zaman ben de kendimi mesut sansam ne çıkar?
Büyük saadetlerden hiçbir vakit nasibim olmayacağına göre bunlarla avunayım bari. Oturdum. Ne yazayım diye düşünmeye başladım. Acaba hikâye mi yazsam? Hikâyede konunun pek o kadar mühim olmadığını söyleyenler de çıktı. Ama ne olursa olsun, bir vaka lazım. O vakanın bir başı bir sonu olması lazım. Üstelik vaka da, alışılmış bıkılmış vakalardan olmamalı. Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illallah dedik artık.
Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysaki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz. Başka cemiyetlerin, başka sınıfların adamı olduğumuzu bile bile. Bizim dertlerimiz, içinde yaşadığımız adamların dertlerine benzemiyor. Ne parada gözümüz var, ne pulda. Geçenlerde bir kadın, “Benim için şiir,” diyordu, “beyaz bir otomobildir.” Biz, en küçük menfaatlerini bile korumaktan âciz zavallılar, nasıl onlarla bir oluruz. Biz, tanımadığımız o büyük sınıfın, o fakir sınıfın adamıyız.
Ama tanımadığımız için de onlardan, onların hayatından bahsedemeyiz. Üstelik tehlikeli bir iş o. İnsana sol diyorlar, komünist diyorlar. İyisi mi, bir yazar hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı. Ben de öyle yapacağım. Gökyüzü mavi, masmaviydi. Güneş gittikçe ısıtıyordu. “Bir makale mi yazsam acaba?” diye düşündüm. Son zamanlarda zihnimi kurcalayan bir mesele var. Réalisme meselesi. Réalisme’i artık on dokuzuncu yüzyıldaki gibi anlamamalı. Oturduğum taraça önümdeki apartmanların arka taraflarına bakıyordu. O apartmanların da taraçaları var. Gözüm karşı taraçaya ilişti.
Bir kadın bir masanın başına oturmuş, başını önüne eğmiş, bir kolunu masaya dayamış, bir şey yapıyordu. Herhalde pirinç ayıklıyordu. Kendisi de hizmetçi olmalı dedim. Evet, evet, hizmetçi olmalı. Kılığı kıyafeti de hizmetçiye benziyor. Aman, sakın bunu hizmetçileri kötülemek için söyledim sanmayın. İş kıyafeti demek istiyorum; hepsi o kadar. Yoksa o burjuva hizmetçilerinin ne kadar kibar olduğunu bilirim.
Çoğu zaman, efendilerine, hanımlarına taş çıkarırlar. Kalktım dolaşmaya başladım. Bir aralık taraçanın ta kenarına kadar geldim. Aşağıdaki bahçede, duvarın üzerinde beş tane kedi bir başka kedinin etrafına dizilmişler, homurdanıp duruyorlar. Kuyrukları da durmadan
oynuyor. Ortadaki dişi olacak, ötekiler erkek. Kediler baharı insanlardan evvel duyuyor demek. O sırada iki çocuk peyda oldu. Sırtlarında küfe vardı. Üzerlerindeki esvaplar saçak saçaktı. Bahçeye nereden girmişler. Mal sahibi bahçe kapısına giden yola kömür döktürmüş. Girip çıkanların iskarpinleri çamur olmasın diye herhalde. Oradan kömür toplamaya gelmiş olacaklar. Bilmiyor bu çocuklar dünyanın nizamını.
Bir yanda bir sürü insan soğuktan kırılır durur, öte yandan üç beş kişi kunduralarının kirlenmemesi için kömürü yerlere döker. Böyledir bu iş. Değişmez. Dünyanın her tarafında böyle. Karşı taraçadaki kadının ne kedilerden haberi vardı, ne de küfeci çocuklardan. O, durmadan pirinç ayıklıyordu. Belki de uzuvlarının o ılık bahar güneşi altında hazdan gevşediğini, vücudunun bazı kısımlarının tatlı tatlı terlediğini duyuyordu. Neler düşünüyordu, kim bilir? Bir aralık kalktı, pirinci masanın üstüne bırakıp içeriye gitti. Gençti de. Entarisine sığmayan azgın bir vücudu vardı. Baharı o da duyuyordu muhakkak. Vallahi, korkunç şey bu bahar? Bir yazı yazmak lazım.
Gelelim Réalisme bahsine. Réalisme’i artık başka türlü anlamalı. Bir eser, içine dünyanın en çirkin realitelerini doldurmakla réaliste olmaz. Sefaletleri, ıstırapları, sınıf tezatlarını en keskin hatlarıyla canlandırmak isteyen çok kere mübalağaya düşer. Dünyayı hep kara gözlükle görmek, pertavsızı sadece pisliklerin üzerinde dolaştırmak bence romantisme’in ta kendisidir. Yirminci yüzyıl adamınınsa romantique olmaya hakkı yok artık. Cemiyete faydalı olabilmek, insanları, söylediklerimize inandırmakla mümkün. Réaliste yazarla romantique yazarı konu bakımından da ayıramayız. Çünkü yeryüzünde réaliste olay yahut romantique olay diye bir şey yoktur. Bir yazarın edebi hüviyetini sadece işçiliği tayin eder. Karşıki kadın taraçaya tekrar çıktı. Elinde bir tas vardı. Geldi, pirinci tasın içine boşalttı.
Sonra da elini tasa sokup karıştırmaya başladı. Galiba yıkıyordu. Aşağıdaki kedilerle küfeci çocuklardan hâlâ haberi yoktu. Küfeci çocuklar için biraz evvel, “Bunlar dünyanın nizamını bilmiyorlar,” dedim. Yanlış! Onlar dünyanın nizamını çok iyi biliyorlar. Nedir dünyanın nizamı? Ağahan söylemiş ya! “Zenginler olmasaydı,” demiş, “fakirlerin hali daha kötü olurdu.” Doğru! Bu çocuklar bunu ta doğuştan biliyorlar. Fakirlerin daima zenginlere borçlu olduğunu
biliyorlar. Bunların aklından, “Fakirler olmasaydı zenginlerin hali ne olurdu?” diye bir düşünce geçmiş midir acaba? Ne münasebet! Taraçanın kenarına tekrar geldim. Tekrar aşağıya baktım. Kediler azalmıştı.
Bir tanesi, ağzıyla dişi kedinin ensesini yakalamıştı. Bırakmıyordu. Öte yanda çocuklar hâlâ kömür toplamakla meşguldüler. Birdenbire evin içinden kara bir köpek çıktı. Çocuklara doğru havlamaya başladı. Kömürleri almasınlar diye değil. Çünkü köpek ayaklarının çamur olup olmayacağını düşünmez. O sadece çocukların kılığına kıyafetine bağırıyordu. Kibarların köpekleri böyledir. Kılıksız insanlardan hoşlanmazlar. Tıpkı sahipleri gibi. Çocuklar ilkin ürktüler. Ama pek de aldırış etmediler. Ben merakla bakıyordum. Ne olacak, kaçacaklar mı diye. O sırada karşı taraçadaki kadın, elinde pirinç tası olduğu halde taraçanın kenarına geldi. Bir elini pirinçler dökülmesin diye tasın kenarına getirip tasın içindeki suyu bahçeye boca etti. Altıncı kattan dökülen su bahçeye, tam çocuklarla köpeğin arasına, bir şimşek gürültüsü çıkararak düştü. Ne çocuklar, ne köpek, ne kediler, hiçbiri böyle bir şey beklemiyorlardı. Ne olduğunu anlayamadan, çil yavrusu gibi dağıldılar. Böyle bir vaka gerçekten olabilirdi, değil mi?
Öyle ya, olur olur! Niçin olmasın? Olmadı halbuki. Hepsini kendim uydurdum.
Orhan Veli Kanık Hikayeleri
Hoşgör Köftecisi
Kan
Baharın Ettikleri
Öğleden Sonra
İşsizlik
Denize Doğru