Aşk filan değil… Hani şu “rastlantı” dediğimiz, tarihi yapan, mutlulukları yaratan, yuvaları kuran belirsiz el yok mu? İşte o, beni Rose Mayer’le birleştirmişti. Yirmi yaşında ya vardım, ya yoktum. Küçücük köpeğim Koton’la İzmir’in ikinci sınıf otellerinden birinde oturuyordum. Bir gün karşımdaki odaya, iri mavi gözlü, sarı saçlı bir Fransız kızı geldi. Kederli olduğu yüzünden belli idi. Otelciye kim olduğunu sordum.
– Paris’ten bir Ermeni doktorunun peşine takılmış, doktorun ailesi kabul etmemiş, kovmuşlar. Zavallı şimdi memleketine dönmek için vapur bekliyor, dedi.
İnsanın yirmi yaşındayken kalbi ne faaldir! Ben, bu basit serüveni hayalimde büyüttüm. Ağlamaktan kızarmış iri mavi gözlü kızcağızın acılarını, üzüntülerini yaşamaya başladım. Galiba vapurdan daha çok, para bekliyordu. Çünkü gizlice takip ettiğim için görüyordum ki, her gün Fransız postanesine gidiyor, mektup soruyor. Merdivenlerde, koridorlarda karşı karşıya geldikçe birbirimize dikkatli bakmaya… Sonra “bonjur, bonsuvar” demeye başladık. Nihayet bir hafta içinde dost olduk.
Bana başına gelenleri ağlayarak anlattı. Teselli verdim. Hayatın felsefesini yaptım. Hiç de toy bir kız değildi. Her şeyi biliyordu. Realistti. Fakat namusuna pek büyük kıymet veriyor, sakin bir ev kadını olmasını her hayali mutluluğa tercih ediyordu. Güya ben de onun gibi sessizliği seviyordum. Bir ay geçmeden anlaştık. Paris’teki ailesinden para geldiği halde gitmedi. Benimle birleşti. İkinci Kordon’un arkasında küçük bir apartman kiraladık. Ah bu serbest evlilikler! O kadar mutlu olmuştum ki… İçimde kapalı kalmış çılgın bir sevinç kumrusunun dem çekerek çırpındığını duyuyordum. Rose, gerçekten hiç sokağı, gezmeyi sevmiyordu. Sabahtan akşama kadar evin işleriyle uğraşıyor, durmak, dinlenmek bilmez bir hırsla her tarafı, her şeyi yıkıyordu. Temizlik merakını adeta delilik derecesine getirmişti. O, ben, köpeğim, üçümüz de günde üç defa banyo ediyorduk. Geceleri Paris Kahvesi’ne veya sinemaya giderdik. Dönüşte, Rose, yorgun argın ayakkabılarımızın altını çamaşır sulu suyla siler, Koton’un ayaklarını yıkamakla kalmaz, bazı geceler zavallı hayvancağızı tepeden tırnağa kadar gıcır gıcır sabunlardı.
Fakat mutluluklar rüyadan başka bir şey midir? Bizim mutluluğumuz da çok sürmedi. Acı bir kederle uyandık. Koton fena halde hastalandı. Yemiyor, içmiyor, oynamıyor, daima yatıyor, zayıflıyor, eriyordu. Rose da benim kadar ümitsizdi.
– Zavallı verem oldu! diyordu.
Ne kadar veteriner varsa hepsine gösterdik. Kınakına verdiler. İçiremedik. Müshiller, şunlar bunlar hiçbir fayda vermedi. O vakitler Rahmi isminde bir arkadaşım vardı. Rose’u yalnız onunla tanıştırmıştım. Pazar günleri evimize gelirdi. Felaketimizi, Koton için ne kadar üzüldüğünü gördü.
– Hiç veterinere gösterdiniz mi? dedi.
– Gösterdik.
– Hangi veterinere?
İzmir’in bütün veterinerlerini saydım. Hele bir tanesinin iktidarını, ilmini de övmeye kalktım. Bu veteriner İslam olduğu halde santur mu, keman mı, mandolin mi ne idi, şimdi unuttuğumuz bir çalgı ismi taşıyordu. Rahmi.
– Azizim, köpeğini kaybetmek istemezsen, Avrupalı bir veteriner bul, göster, dedi.
– Veterinerin Avrupalısı ile Asyalısı arasında ne fark olur? dedim.
– Çok… diye güldü.
– Ne gibi?
– Köpeğini gösterince görürsün.
Bu öneriyi bir paradoks olarak düşündüm. Ama denize düşen köpüğe sarılır! Felaket zamanında, ümitsizlikte en boş, en çürük temeller üzerine ümit bina etmek ne hoş bir tesellidir. Rose da:
– Boykotaj yapmıyoruz ya… Bir Avrupalı veterinere gösterelim, belki Rahmi Bey’in hakkı var, demeye başladı.
Sordum, soruşturdum. Punto’da ihtiyar bir İtalyan veteriner varmış. Sığır vebası uzmanıymış. Halsizlikten gözlerini açamayan zavallı Koton’un cesedini kucağıma aldım. Evine gittim. Kapıyı kendisi açtı. Beyaz, çatal sakallı bir adamcağızdı. Galiba sokağa çıkıyordu. Şapkası başında, bastonu elindeydi.
– Ne istiyor? dedi.
– Köpek hasta, dedim.
Kalın bastonunu kapının kenarına dayadı. Titrek zayıf elleriyle Koton’u kucağımdan aldı. Gözlerine, ağzına baktı. Sonra tüyleri kokladı. Elleriyle bu beyaz tüyleri araladı. Dikkatli dikkatli baktı.
– Bunun üzerine bir avuç pire koy, iyi olacak! dedi.
– Ne demek?
– Pire oğlum, bir avuç pire!..
Koton’u uzattı. Aldım. Birdenbire fena halde canım sıkıldı. Terbiyesiz, bunak, işte benimle eğleniyordu.
– Bir ilaç vermeyecek misiniz? dedim.
İhtiyar gülerek yine münasebetsiz tavsiyesini tekrarladı:
– Bir avuç pire! Yıkamayacaksın. Üzerinde kalsın. Bu ilaçtır! Hiddetlendim.
– Benimle eğleniyor musunuz?
– Ne eğlenmek? Doğru söylerim. Başka ilaç istemez bu…
– Bunak herif!
– Ben, ben bunak ha…
– Sen ya…
Canımın sıkıntısından az daha ihtiyarı dövecektim.
– Ben bunak ha?
– Hem bunak, hem terbiyesiz! Ben sana insan gibi hasta hayvanı getiriyorum, sen gevezelik ediyorsun.
Hani Avrupalıların dehşetli cehaletler karşısında acır gibi donuk bir gülüşleri vardır. İhtiyar İtalyan veteriner bu özel gülüşle beni baştan aşağı bir süzdü. Sonra:
– Haydi bre, kafasız adam, sen anlamaz bir şeyden. Git, benim dediğimi yap. İyi olursa viziteyi getireceksin. İyi olmazsa yine geleceksin. Benim yüzüme “tuh” yapacaksın.
Cevabı beklemedi, kapıyı hızla çekti, önümden uzaklaştı. Acaba bu ilacı yapmalı mıydım?
Bir taraftan ihtiyarın “Türk” diye bana önem vermeyip alay edişine kızıyor, bir taraftan hâlâ bu alayı sahi zanneder gibi oluşuma hiddetleniyordum. Eve geldim. Rose’a, ihtiyarın terbiyesizliğini söyledim.
– Belki sahidir, bir kere deneyelim, dedi.
– Budala mısın? diye güldüm.
– Ümit bu.
– Pekalâ.
Fakat pireyi nerede bulmalı? Her gün iki defa yıkanan evde pirenin kendi değil, ruhu bile yoktu. Ertesi gün yine Koton’un hareketsiz cesedini kucağıma aldım. İncir tüccarlarından bir arkadaşımın mağazasına gittim. Pireye ihtiyacım olduğunu anlattım.
– Bizim çuval deposunda bir avuç değil, ordularla bulunur, dedi.
Koton’u bir ekmekle bu depoya bıraktık! Üzerinden kapıyı kapadık. Bir gün sonra mağazaya Koton’u görmeye gittim. Deponun kapısını açtık. Koton canlanmış, ayağa kalkmıştı. Beni görünce eski, mesut zamanlarında olduğu gibi sıçramaya başladı. O kadar sevindim ki… Kucakladığım gibi doğru eve koştum. Rose, sevgili köpeğimizin tekrar hayata geldiğini görünce benden ziyade sevindi.
– Aman pireleri üzerinden uçmasın, dedim.
– Nasıl uçurmayalım?
– Yıkama.
– Yıkamam.
Rose bir hafta sabretti. Hakikaten yıkamadı. Koton o kadar canlandı, o kadar iştahı açıldı ki… Hacimine eşit yemekle artık doymuyordu. doktorun, bu nasıl etki ettiğini hâlâ anlayamadığımız tavsiyesini alay zannettiğime pişman oluyordum. Zavallıya hakaret de etmiştim. Fakat itiraf edilen kusurlar hep affedilirler. Mutluluğumuzu tekrar bize veren bu ihtiyara hem af dilemek, hem bakma ücretini vermek ihtiyacı beni rahatsız etmeye başladı. Bir sabah kalktım, evine gittim. Bu sefer kapıyı genç bir hizmetçi kız açtı. Beni ihtiyarın tül perdeli küçük odasına soktu. Maroken bir koltuğa uzanmış, beyaz porselenden bir pipoyu içiyordu. Yerinden kalkmadı.
– Nasıl köpek, iyi oldu?
– Oldu, dedim.
– Gördün, nasıl sende kafa boş! Ben söyler, sen şaka sanır!
Yanındaki masanın üzerine bir lira bıraktım. Çıkarken kendimi tutamadım, döndüm.
– Fakat mösyö -dedim- bizim veterinerler o kadar ilaçlar verdiler, etki etmedi. Pireler nasıl etki etti de köpek canlandı?
– Buna senin aklın ermez.
– Niçin mösyö, ben insan değil miyim?
– İnsan ama, başka insan! Cahil adam!
– Fakat ben okudum.
– Sizin veterinerler kadar okudun? Verirler köpeğe içmek için ilaç! Sacristi!
Fransızca söylemeye başladım. Pirenin nasıl etki ettiğini anlamaya iyice kararlıydım. İhtiyar Avrupalı gülmeye başladı. Beni karşısına oturttu. Medli İtalyan Fransızcasıyla:
– Aç o boş kafanın kocaman kulaklarını! dedi.
Bu emir, beni öyle sarstı ki, adeta kulaklarımın uzayarak sallandıklarını hisseder gibi oldum. Sağ eliyle çatal sakalının birini bırakıp birini tutuyordu. Ders verir gibi söylenmeye başladı:
– Siz istersiniz muska… Siz istersiniz üfürük… Siz istersiniz ilaç! Halbuki hastalıkların evvela nedenlerini bulmak lazım. Bu neden bulununca şifa bulundu demektir. Senin köpek hasta. Niçin? Bunu sizin veterinerler düşündü mü? Hayır… Ama yalnız hasta! İlaç lazım… Hayır, nedeni bulmak lazım. Allah dünyada hiçbir hayvanı, hiçbir organı görevsiz yaratmadı. En fena hayvanların, en muzır mikropların bile görevleri vardır. Dört ayaklı hayvanlar çok tembeldirler, Allah bunların üzerine pireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zaman rahatsız olup tekrar uyumamaları için… Bu pirelerin ısırmalarından kaşınarak hareket, yani jimnastik yapmak için… Siz ne yaptınız? Bu köpeği yıkadınız. Üzerine kolonya sürdünüz. Vücudunda hiç pire kalmadı. Rahat uyumaya başladı. Uyandı, tekrar uyudu. Uyandıktan sonra onu uyutturmayacak hayvanlar üzerinde yoktu. Uyuya uyuya iştahı kapandı. Midesi bozuldu. Yemedi, içmedi, hareket etmedi. Vücudu toksin doldu. Hastalandı. Bir ay daha üzerine pire koymayaydınız açlıktan, halsizlikten ölecekti!…
İhtiyar veteriner, pirelerin hayattaki bütün görevini sırasıyla anlattı. Sonra sineklere, farelere, vızvızlara, kedilere geçti. Küçük buzağıları koşturmak için tabiat, burunlarının dokunamayacağı bir yere, mesela kuyruklarının dibine birtakım yapışkan sokucu sinekler musallat ediyordu. Darwin’in gerçeklerini dinliyordum. Veteriner, sonra organların görevine geçti. Saçın, bıyığın, kirpiklerin, kaşların görevini söyledi. Sakalın ikinci derecede bir hazım aleti olduğunu anlatırken şaşaladım.
– Ah siz Türkler, vücut için, hayat için ne kadar lüzumlu olan organlarını keser, görevlerini bozarsınız! dedi.
– Ne gibi?
– Mesela koltuğunuzun altındaki kılları kesersiniz.
– Onların görevi ne?
– Burnunun içindeki, kulağın içindeki kıllar gibi onun da görevi var. Koltuğun altında adale yoktur. Yalnız ince bir deri. Halbuki ciğerlerin uçları burada. Soğuktan, sıcaktan ciğerleri korumak için tabiat, oraya doğal bir kürk koydu…
Yarım saat içinde bütün vücudumuzun kopardığımız doğal küreklerini, düşünmeden kestiğimiz diğer organlarımızın da hayret verici önemli görevlerini ayrıntısı ile öğrendim. Gerçekten hayatın pozitif esrarı bir Asyalının iman dolu olumsuz kafasına sığacak iş değildi. Rahmi’ye hak verdim! Rose, artık Koton’u yıkamaktan vazgeçti. Sevgili köpeğimizin pireleri az zamanda bütün apartmana yayıldı. O kadar ki… Bizi bile eskisi gibi öğleye kadar yatağımızda uyutmuyor, daha güneş doğmadan erkence kalkıp kahvaltımızı yemeye mecbur ediyordu.