Ziya Osman Saba Kimdir?
Ziya Osman Saba Kimdir? Ziya Osman Mart 1910 yılında İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde doğmuştur. Annesi, evkaf muhasebecisi Fuat Bey’in kızı Ayşe Tevhide Hanım, babası o zamanlar genç bir yüzbaşı olan Osman Bey’dir. Annesi ve babası ile birlikte mutlu bir çocukluk yaşarken 1918 yılında İspanyol nezlesine yakalanan annesini kaybetmiştir. Bunun üzerine babası ikinci kez evlenmiştir. Çocukluğunun en mutlu günlerinde annesini kaybeden ve babasıyla da yolları ayrılan Ziya Osman Saba’nın, teyzesinin himayesinde dokuz yaşındayken Galatasaray Lisesi’ne yatılı olarak verildiği anlaşılmıştır. İlk ve orta öğrenimini burada yapan şair, 1931’de mezun olmuştur. Ziya Osman Saba, burada öğrendiği Fransızcasıyla zamanla Fransız şairlerini okumaya başlamıştır. Liseyi bitirdiği yıl (1931), amcasının kızını Paris’e gezdirmeye götürürken, orada refakat ettiği sinir hastası genç kıza âşık olan Ziya Osman Saba, ailesinin bütün itirazlarına rağmen kuzeniyle evlenmiştir. Bu sırada babasını da kaybeden şair, böylece en yakınlarını yitirmiş olmanın acısını duymuştur.
Ziya Osman Saba, liseyi bitirdiği yıl (1931) evlenmeden az bir zaman önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolur. Burada öğrenciyken evlenen şair bir yandan okurken diğer yandan da Cumhuriyet gazetesi muhasebe servisinde çalışmıştır. 1936’da Hukuk Fakültesi’ni bitiren Ziya Osman Saba, askerliğini İstanbul’da yapar ve 1938 yılında Emlâk Bankası’na girerek burada beş yıl kadar çalışmıştır. Eşi Nermin Hanım’ın hastalığı nedeniyle mutsuz bir evlilik yaşamıştır. Sık sık Bakırköy’de tedavi gören eşinden 1943 yılında ayrılmak zorunda kalır ve on iki yıl boyunca mutsuz bir evliliğin de etkisiyle karamsar şiirler yazmıştır. Eşinden ayrıldığı yıl 1943’te ilk şiir kitabı; “Sebil ve Güvercinler”i yayımlamıştır.
İkinci Kez Askerlik
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Karadeniz Boğazı Müstahkem Mevkii’nde ikinci kez bir buçuk yıl askere alınmıştır. 1944’te yeniden bankadaki görevine dönen Ziya Osman Saba, aynı yıl içinde, mesai arkadaşlarından Rezzan Öney Hanım’la evlenmiştir. Bu evlilikten Osman ve Orhan adlarında iki erkek çocukları olur. Bu arada banka onu Ankara’ya tayin eder; ancak bir türlü Ankara’ya alışamayan Ziya Osman Saba, 1945’te memuriyetinden istifa ederek yeniden İstanbul’a dönmüştür. 1945-1950 yılları arasında İstanbul’da Millî Eğitim Basımevi Tashih Bürosu Şefi olarak çalışan Ziya Osman Saba, 1950 yılında kalp krizi geçirmiş ve işinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra ölünceye kadar evinden çıkmadan Varlık Yayınevi’nin işleriyle uğraşmış ve geçimini buradan temin etmeye çalışmıştır.
Çocukluğunda, genç yaşta annesinin ölümü ve baba ayrılığından sonra, ilk eşinin hasta olmasından dolayı Ziya Osman Saba, çok duygulu ve kırılgan bir karaktere sahip olmuştur. O’nun bu hassas yapısı kalbinden rahatsızlanmasına sebep olmuştur. 1950’de geçirdiği kalp krizi sonucunda işinden ayrılan ve evinde çalışmak zorunda kalan şair 29 Ocak 1957’de tekrar geçirdiği bir kalp krizi sonucunda Kadıköy’deki evinde vefat etmiştir. 31 Ocak günü Şişli Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra, Eyüp Sultan’daki aile mezarlığına defnedilmiştir.
Ziya Osman, uzun boylu, ince vücutlu, gür kaşlı, bıyıklı, güleç ve sevimli bir yüze sahip yakışıklı bir kişidir. Yakın dostlarının belirttiklerine göre sıkılgan ve ürkek birisidir. Temiz, kibar ve mütevazı bir kişiliği olan şair, ihtiras, telâş ve heyecandan uzaktır. Samimi ve duygusaldır. Sade, temizdir; gösterişten ve yapmacıktan hoşlanmaz.
Ziya Osman Saba’nın Şiirlerinde “Ev” Teması
Evine ve ailesine bağlıdır. Günleri eviyle işyeri arasında gidip gelmekle geçmiştir. Evinde çocukları, kitapları ve çiçekleriyle meşgul olmuş, kalabalığı sevmemiştir. Mazbut bir hayat yaşayan şair, ermiş insanlar gibi kendi köşesine çekilir, kimseyi incitmez, basit ve sakin bir hayat sürmüştür.” (Tuncer, 1998, s.172). Bu basit ve sakin hayat Ziya Osman Saba’nın şiirlerinde ev teması olarak işlenmiştir. Mekân, edebî eserlerde sanatçıların ona yükledikleri anlamlara göre bir yer işgal eder. Eserlerin kahramanları arasındaki bir çatışmanın parçası olarak veya kişilerin dünyayı anlamlandırma biçimlerinin yansıması olarak değer kazanabilir. Modern dünyanın bireyselleymiş insanı için mekân, onun dış dünyanın tehlike ve yozlaşmalarından korunabildiği bir “sığınak” durumunda olduğu için, huzur ve saadetin sembolü olarak bir aidiyet duygusunun gelişmesine vesile olabilir. Fedai’ye (2009) göre mekân, iç ve dış unsurlarıyla, geçmişe dönük anılarla köprü sağlayıp yaşanan zamanın sıkıntılarından bireyi uzaklaştırıp onu geçmişin mutlu günlerine taşıyabilir.
Böylece zamanıyla uzlaşamayan birey, eşyalar ve mekânlar, dolayısıyla onların oluşturduğu çağrışım alanı üzerinden ya çağına meydan okur ya da kendini hapsettiği mekânlarda ait olduğunu hissettiği geçmişe sığınmaktadır. Conoğlu’na (2009) göre onun şiirlerinde evler, geçmişiyle, tarihiyle ve bütün yaşama biçimiyle kendisini göstermiştir. Şair, evler aracılığıyla geçmişi ve bugünü anlamlandırırken, diğer taraftan da içinde yaşadığı modern zamanlarda hayata tutunabilmek için gerekli olan gücü eski zamanların insana huzur veren ev hayatından toparlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Şair, eve o kadar önem verir ki yıllar önce oturduğu bir eve şiir yazmaktan kendini alamaz. Burada önemli olan dört duvarlı bir yapı değil; evin taşıdığı manevi değerdir. Zira bu ev, onun eşiyle bir aşk yuvasına dönüşen, çocuklarının doğumuna sahne olan bir yerdir.
Şair için ev mutluluktur, güvendir, huzurdur
Şair için bu ev temsilinde bütün evlerin sadece olumlu değerleri çağrıştırması dikkate değerdir. Çünkü şiirde de görüleceği üzere şairin evlerinde olumsuz hiçbir şeye, hiçbir kişiye yer yoktur. Bu durum da şairin küçük yaşta evinden ayrılmasının etkisi olarak yorumlanabilir. Tek’e (2013) göre ise Ziya Osman’ın şiirlerinde evin zamansal açıdan geçmiş, güncel ve gelecek anlamları da bulunmaktadır. Bunlar ayrı ayrı olduğu gibi bir şiirde iç içe de geçmiş olabilir. Böylece ev, öznel bir zaman özelliği taşımaktadır. Duygu değeri olarak da hem çocukluğu hem ilk evliliği hem de ikinci evliliği müddetince evin onun için anlamı değişmez ve ev-oda mutluluk, birliktelik, korunma, güven, huzur, aile gibi değerlerle bütünleştiği görülmüştür. Böylece şairin yaşadığı zamanın eserlerine yansıması görülmüştür. [1]
Cahit Sıtkı İle Dostluğu
Yedi Meşaleciler grubuna girmesiyle bir edebî çevre edinmiş, şiirimizi hastalıklı duyarlılıktan, eskimiş ve sınırlı konulardan kurtarma amacıyla yola çıkan bu genç şairlerden çoğu daha sonra şiir dışındaki alanlara yönelmişlerse de Saba şiirden ve bu topluluğun şiir anlayışından sonuna kadar kopmamıştır.
Fahri Onger’in 25.06.1948 tarihli röportajındaki sorulara verdiği cevaplardan edindiğimiz bilgilere göre Fransız şairlerini, özellikle sembolistleri okumuştur. Régnier, Mallarmé, Rimbaud, Baudelaire, Supervielle’leri okumakta, daha başkalarını keşfe uğraşmaktadır. Cahit Sıtkı’nın şiirlerini beğenmiş, onu çokça etkilemiş olduğu gibi onun şiirinden etkilenmiştir de. İki şairin sıkı dostluğunun ve fikir alışverişinin eserlerine nasıl yansıdığı, onun önerisiyle şiirlerinde yaptığı değişiklikler 1956’da Varlık dergisi için yazdığı “Cahit’le Günlerimiz” başlıklı yazılarda görülebilir. Saba bu yazıların üçüncüsünde “Geçen zaman böylece yer yer, şiir şiir, biraz da Cahit’le geçmiş zamanım, birbirimizin olmuş, hatıralaşmış şiirler değil mi?” der (Saba 2015: 203).
1927’den 1940’lı yılların başlarına kadar olan şiirlerinde hece ölçüsüne bağlı kalır ve daha çok soneyi kullanır. Özellikle 20’li yıllarda yazdığı ilk şiirlerinin havasında Baudelaire izleri görülür. 30’lu yıllardaki şiirlerinde yer yer Haşim’in sesi duyulur. 1942-43 yıllarından itibaren iyimserliği ağır basan, aşk, aile, sevgi, dostluk konulu şiirler yazar. “Hayret”, “Yeniden Başlayış”, “Her Akşam Bu Odada”, “Çocuk Gülüşleri”, “Günlerimiz Olacak” gibi şiirlerde bütün eserlerinde kendi hayatından derin izler bulunan şairin ikinci evliliği, çocuk sahibi olmasının verdiği mutluluk ve bunlardan doğan iyimserlik hâli kolaylıkla izlenir. Şair 1944’ten itibaren serbest şiirlere ağırlık verir. Bu şiirlerinde kafiye, ritim, zarif buluşlara dayalı imgeler ön plandadır, yalın ve yapmacıksız bir söyleyiş dikkati çeker.
“Şiirin beşerî olduğu nispette hafızalarda kalacağına inanırım”
Varlık dergisinin “Edebiyatçılarımız Konuşuyor” başlıklı mülakatlarından birinde ilk yazılarıyla sonrakiler arasında ne gibi farklılıklar olduğu, edebiyat anlayışının ne yönde değiştiği sorusuna cevapla şunları söyler: “Yedi Meşale zamanında çoğumuzda bir teşbih, bir resim merakı vardı. Hep bir şeyi bir şeye benzetmeye uğraşır, kendimizi sembolist sayardık. Bizden sonra yetişenler şekli kırdı. Ben de sevinçle onlara uydum. Zamanla yalın sözün kıymetini anladım. Duyduklarımı, olduğu gibi, süssüz, yapmacıksız söylemeye çalışıyorum artık. Şiirin beşerî olduğu nispette hafızalarda kalacağına inanırım” (akt. Yardım 2002: 33). Gerçekten de Saba’nın şiirinde giderek yalınlığın çarpıcılığı duyulmaya başlar. Hatta Saba uzun yıllar süren değeri bilinmemişliğin ardından bugün yeniden keşfediliyorsa bunda temel etken, dizelerinin kulağa yalın ve insanî, özdeşim kurulabilir ve incelikli gelmesi olsa gerektir.
1943’te beş yüz adet bastırdığı, 1928-1943 yılları arasında yazdığı şiirleri içeren ilk kitabı Sebil ve Güvercinler’in ardından arada geçen üç yılda yazdığı şiirleri de ekleyerek Geçen Zaman adlı şiir kitabını çıkarır. Kitabın ilk basımı 1946’da Varlık Yayınları tarafından yapılmıştır.
Geçen Zaman adından da anlaşılacağı üzere şairin eski günlere özlemini yansıtan, geçen zamanın, ömrün bir muhasebesini yaptığı şiirlere yer verir. Bu şiirlerde çocukluk günleri, aile ve insan sevgisi, aile yaşantısında bulunan mutluluk ve huzur, İstanbul, şehir görüntüleri, gündelik hayata dair ayrıntılar, ölüm, Allah inancı gibi temaları işlemiştir. Özellikle “Çocukluğum” adlı şiirinde “uzakta kalan bahçeler” ve “gözümde tüten memleket” diye betimlediği çocukluk yılları ve o günlere ve özellikle de anneye duyulan özlem onun şiirinin en belirgin temasıdır. “Açılın, açılın tekrar/Çocuk dizlerimdeki yaralar” dizeleri bu duygunun yansımasıdır.
Ölüme teslim olan şair
Küçük şeylerden mutlu olan, yorgunluklarını tevekkülle anlatan bir şairdir Saba. Yaşam ve ölüm temaları onda huzurlu, dingin bir çerçevede işlenir. Behçet Necatigil ölümünün ardından Saba için yazdığı yazıda “Son yirmi beş yıllık şiirimizde ölümü, içinde küçükten beslediği için, hiç dehşete düşmeden, irkilmeden tam bir iman ve teslimiyetle, özleyerek beklemiş tek şairimizdi” diye bahseder ondan (Varlık, 15 Şubat 1957). Ölmüşlere özlem ve onlarla yeniden bir arada olma arzusu ölümü güzelleştiren şeylerdir onun için: “Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz”. Ölüm içinde anne ve babasının da olduğu bir ülkeye kavuşmak gibidir. Ancak onun şiiri her şeyden önce yaşama sevincinin şiiridir.
“Nefes Almak” şiirinde betimlediği küçük mutlulukları, nefes almanın saadetini, iyimser bir bakış açısıyla anlatır. Örneğin aşk imkânsız ya da sancılı değildir onda, evlere asılan perdelerdir, raflara dizilen reçellerdir, beraberce karar verilen karyolanın yeri, avluda çocuk sesleridir. “Hayat! Hayat! Seviyorum seni!” (“Sevgiler”) diyen şair edebiyatımızın belki de en insansever, en naif, -Necatigil’in deyimiyle- “en beyaz” dizelerini yazmıştır. Bununla birlikte özellikle geçen zaman, çocukluk günleri ve kaybedilmiş anne baba konularını işlerken melankolik bir yanı da vardır. Başkalarının acısıyla acı çeker, yitip gitmiş çocukluğun, kaybolan masumiyetin yasını tutar. Bütün bunları hayatı ve mutluluğu yücelterek yapar. Bu kitapta henüz pek genç yaşta yazdığı şiirlerinden kendi şahsiyetini bulduğu şiirlere uzanan geniş bir yelpaze görülür.
Şairin ikinci kitabı Nefes Almak 1947-1957 yılları arasında yazdığı 47 şiirden oluşur. İlk basımı Varlık Yayınları tarafından 1957’de yapılmıştır. “Nefes Almak” adlı şiirinde “Anlıyorum, birbirinden mukaddes/Alıp verdiğim her nefes” diyen şair yine küçük mutlulukları anlatmaya, hayatı yüceltmeye devam etmektedir. İnsan sevgisi, yoksulluk ve yoksulların acıları karşısındaki merhamet duygusu diğer temalardır. Dizelerinden iyilik, saflık, insan sevgisi akar, üzerinde hep birlikte huzur bulunacak bir toprak parçasının özlemi sızar: “Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi”.
Alçak Sesli, Yalın ve İnsani Şiirlerin Şairi
Şiirlerinde hayat ve tevekkülle karşılanan ölüm birliktedir ancak 1953’te geçirdiği ilk kalp krizinin ardından ölümün gölgesi belirginleşir. Bu saatten sonra yazdıklarında ölüm her şeyin merkezindedir. Ölüm yine insanların sevdiklerine kavuşacağı bir “hayal ülke” olmayı sürdürse de artık her şeyin emanet ve geçici olduğu, hayatın sonlu olduğu ve her an ölebileceği fikri ruhuna saplanmış gibidir. Mesut evlilik hayatı ve çok sevdiği babalık, çocuk yaşlardan beri tevekkülü de aşan bir özlemle beklediği ölüm karşısında ümitsiz bırakmış gibidir şairi: “Kim bilir kaç günü kaldı/ömrümüzün?”.
Saba ne üzerine yazarsa yazsın gerçekliğinden kuşku duyulmayan, alçak sesli, yalın, insani bir şiire ulaşmayı başarmıştır. Şiirimize evleri, odaları, ev hayatını, aileyi, gündelik hayatı, mahalleyi sokmuş, Cahit Sıtkı Tarancı’yı, sonraki kuşaktan Behçet Necatigil’i çok etkilemiştir.
Edebiyatımızın değeri pek bilinmemiş güçlü kalemi
Yazı hayatına şiirle başlayan Saba daha sonra anı-öykü tarzında eserler vermiştir. Bunlardan ilki ilk olarak 1952’de Varlık Yayınları tarafından basılan Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’dir. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi Saba’nın dokuz anı-öyküsünden oluşur. Bu öykülerde Saba kendi hayatından yola çıkmakla birlikte hayata dair dikkatiyle, küçük şeyleri, her türlü ayrıntıyı fark etmesiyle, bütün bu şeyleri âdeta bir müzik parçasının notaları gibi birbirine bağlı, birbirini tamamlayan ve ahenkli bir şekilde sunuşuyla etkileyicidir.
Edebiyatımızın değeri pek bilinmemiş bu güçlü kalemi, bize İkinci Dünya Savaşı yıllarının ve ertesinin İstanbul’undan hayat tasvirleri sunarken kendi hayatından ve bireye dair yaşantılardan yola çıkar. Bireye bir toplumun parçası olduğu dikkatiyle bakar. Ev ve aile yaşantısı, mahalle, arkadaşlık ilişkileri, kadınlarla ilişkiler, çocukluk anıları, anne, baba, çocuk, insan sevgisi öykülerinde ele aldığı başlıca temalardır. Mesut insanlardan mesut olamamışlara, mesut olup saadetini kaybetmişlere, kurban bayramında kurban edilmek üzere bahçede beslenen kuzudan, bulunduğu evin yeni sakinlerinin taşınırken sökmediği kapı arkası çivisine kadar herkes ve her şey onun ilgisine, sevgisine ve empatisine mazhar olur.
Saba dikkat çekici derecede ayrıntıcı bir yazardır
Gözlemleriyle dikkat çekici derecede ayrıntıcı olan yazar, bütün bunları insan sevgisi, sükûnet, tevekkül ve empatinin damgasını vurduğu bir bakış açısıyla ele alır. Öyküleri anlatım açısından daha çok hatırlamaya dayalıdır, sanki kayıp gitmiş mesut bir zaman parçasının arayışındadır yazar. Kitaba adını veren öyküde kaybolup gitmiş saadet zamanlarının özlemi vardır. Etrafında daha çok aile ile simgeleşen bir saadet varken kendisi yalnızdır. Böylece aile hayatına düşkünlüğüne ve insan severliğine rağmen edebiyatımıza gözlemci ve yalnız bireyi getiren yazarlarımızdan olur Saba. “Babamın Elbisesi”nde, öykünün olanca minimalist kurgusu içinde özlemi, çocukluğunda kaybettiği babasına duyduğu sevgiyi, bireyin bazen sebepsiz yere topluma uymasını ve bunun yarattığı çelişkileri başarıyla anlatır.
“Okumak” Ziya Osman Saba’yı tanımak isteyenlerin çok yararlanacağı otobiyografik bir öyküdür. Okur, okuduklarından edindiği bilgi ve hayal gücünün şekillendirdiği, bir antolojiye kendisinin kaydettiği şekliyle “Türk şairi Ziya”yı tanır bu öyküde. “O Mahalle” Saba’nın bir öykücü olarak anlatısının tipik görüntüleriyle doludur: Bir ahenk içinde var olan insanlar, sıcak insan ilişkileri, İstanbul, aile ve çocuk sevgisi, babalık duygusu; bütün bu ahengin bozulan ekonomik durumun etkisiyle bozulması, şartların insanları değiştirmesi gerçeği karşısında kayıp giden mesut zamanlara duyulan özlem… Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nde belirttiği gibi, dönemlerine göre sıralandığında biyografisini kronolojik bir gelişim içinde bütünleyecek öykülerdir bunlar.
Değişen İstanbul
İlk basımı 1959 yılında Varlık Yayınları tarafından yapılan Değişen İstanbul, “Ev”, “Misafirlikler”, “Yaz Gezintileri”, “Kış Gezintileri”, “O Sınıf” ve “O Banka” adını taşıyan altı anı-öykü parçasından oluşur. Saba başlangıçta kendi hayatını ve yaşadığı devir İstanbul’unu anlatacak bir roman olarak tasarladığı bu eseri tamamlamaya vakit bulamamıştır. Hasta olduğu ve evden çalıştığı 1954-1957 yılları arasında yazdığı bu metinler bu romanın parçaları olarak kaleme alınmış olsa gerektir.
Ölümünden sonra yayımlanan bu kitapta Saba’nın eserlerinde ve kişisel tarihinde önemli yer tutan İstanbul sevgisi ön plandadır. İstanbul güzelliktir, gündelik yaşamdır; kişisel tarihidir, kimliğidir onun. “İstanbul” adlı şiirinde “Baktıkça hep semt semt, yer yer,/Beş yaşım, on beş yaşım, ah yirmi yaşım!” ve “Her şey, içimde her şey/İstanbul yadigârı” dizeleriyle ifade ettiği bir özdeşliktir şehirle arasında kurduğu. Değişen İstanbul’da İstanbul’un her köşesi özdeşleştiği çocukluk hatıralarıyla birlikte aktarılır. Bu öykülerde Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nde de görülen “hatırlama” çocukluk dönemine odaklanarak anlatının temeli olur. Burada bir merak unsuru etrafında genişleyen bir olay ya da merkezi bir tema etrafında genişleyen bir durum gözlemi yoktur.
Yazarın kimliğini kuran her bir köşe, insan, anı kesitler hâlinde sunulur. Saba’nın anı ile öykü arasında duran metinleri, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nde biraz daha öyküye yakınken bu kitapta anı tarafı ağır basar. Yazarın çocukluğundaki İstanbul’un fizikî görünümü, yaşayış biçimleri, gelenek, kültür ve normları bu anıların birer parçasıdır. Böylelikle yazar değişen İstanbul’u ve geçmişte kalan ve onun için aziz olan yanlarını sergiler.
Saba bu eserler dışında edebiyat inceleme ve değerlendirme yazıları da kaleme almıştır. Kitaplarına girmemiş şiir ve öyküleriyle birlikte edebî değerlendirme yazıları da son yıllarda eserlerinin toplu basımıyla okura ulaşmış bulunuyor. Saba bugün geç de olsa değeri yeterince bilinmemişlikten kurtularak yeniden keşfedilmektedir. [2]
Eserleri
1. Sebil ve Güvercinler (İstanbul 1943). 1943 yılına kadar yazdığı ve yayımladığı şiirlerden yaptığı bir seçmedir.
2. Geçen Zaman (İstanbul 1947). Büyük bir kısmı hece vezniyle yazılmış şiirlerinden meydana gelmektedir.
3. Nefes Almak (İstanbul 1957). Şairin hayatının son günlerinde yazdığı şiirleri içeren kitap ölümünden sonra yayımlanmıştır.
4. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (İstanbul 1952). 1944-1950 yılları arasında çeşitli dergilerde çıkan dokuz hikâyesinden meydana gelmektedir.
5. Değişen İstanbul (İstanbul 1959). Eserde şairin 1954-1957 yıllarında kaleme aldığı altı hikâyesi yer almaktadır.
6. Germinie Lacerteux (Goncourt Kardeşler’den, tercüme roman, İstanbul 1949).
Kaynakça
[1] Ziya Osman Saba’nın Sanat Hayatı ve Şiirleri Üzerine Genel Bir İnceleme – Necmi Aytan
[2] İslamAnsiklopedisi
Şiirlerinden Örnekler
Sebil ve Güvercinler
Bilemiyorum
Çocukluğum
Emanet
Güz
Her Akşamki Yolumda
Sessizlik
Kim Bilir?
Her Akşam Bu Oda da
Geçen Zaman
Bir Yer Düşünüyorum
Beyaz Ev
Bir Oda Bir Saat Sesi
Baharı Beklerken Yazılmış Şiir
Artık Yaşamak İçin